Sana İstanbul’u hediye ediyorum!

Sana İstanbul’u hediye ediyorum!

İNSANLARIN İSTANBUL’A GELMESININ BIR SÜRÜ VE BIRBIRINDEN FARKLI NEDENI VAR. KIMI, DAHA ÇOCUKLUK YAŞLARINDA UYANMIŞ MERAKINI GIDERMEK ÜZERE GELIR, KIMILERI ISE TÜRKIYE’NIN TATIL YERLERININ KEYFINDEN SIKILARAK İSTANBUL’U GÖRMEK ISTER. BAZILARI ISE İSTANBUL’U IŞLERI DOLAYISIYLA KEŞFEDER.

Ben İstanbul’a, şans eseri tanıştığım sevgilim Murat ile aşk yüzünden geldim. Açıkçası, onunla tanışmadan önce İstanbul ilgimi fazla çekmemişti. Venedik’e veya Rio Karnavalı’na gitmek daha enteresan ve çekici geliyordu bana. Fakat Murat ‘Hadi gidelim! Sana İstanbulumu hediye edeceğim!’ diyerek ısrar edince dayanamayıp teklifini kabul ettim.

Son beş yüz yıl içinde İstanbul hakkında sayılamayacak kadar farklı görüşler dile getirilmiş, farklı araştırmalar yayınlanmıştır. Bu muazzam şehir ile ilgili düşüncelerimi öncüllerimin ve çağdaşlarımın izlenimleri ile karşılaştırmak her zaman beni biraz şaşkın bırakıyor. Bu yüzden konu İstanbul olunca üçüncü şahısların görüşlerini fazla önemsememenin daha doğru olduğunu, İstanbul’u bizzat yaşayarak öğrenmeniz gerektiğini düşünüyorum.

Havaalanına ayak bastığımızda bu seneki ilkbaharın sadece Belarus’ta soğuk ve rüzgarlı geçmediğini, Türkiye’de de durumun aynı olduğunu gördüm. Fakat rahatsız edici hava durumu bile aniden içimde oluşan mutluluğu etkileyememiş. Bu duyguyu şehrin merkezine doğru giden yol üzerindeki yoğun trafik de bozamadı. Bu noktada bir tavsiyede bulunayım… İstanbul’daki en iyi seyahat etme zamanı akşamüstü saat 4’ten önce ya da akşam 7-8’den sonra. Bu saatlerin dışında genellikle trafikten dolayı hedeflediğiniz yere ulaşma zamanınız ikiye hatta üçe katlanabilir.

Fakat İstanbul’un trafiğinde bile bazı güzellikler bulabiliyorsunuz. Mesela insanların karşıdan karşıya geçerken arabaların bitmeyen akışının önünden trafik lambalarını ihmal ederek kuşlar gibi hafif manevralarla geçtiklerini izlemek oldukça ilginç bir deneyimdi. Bence yayalar, yaşları ne olursa olsun, caddenin bir ucundan diğerine taşıtların arasından ilerleyerek müthiş bir yetenek gösteriyor. Sürücüler de olabildiğince dayanıklı ve soğukkanlı ve oldukça üstün sürüş becerileri sergiliyor.

Oldukça yoğun ama düzenli Minsk trafiğine alışmış olan ben haliyle ilk başta tam bir çöküş yaşamıştım. Taksi şoförü ise kayıtsız bir şekilde durumu “Her şey yolunda, bu normal bir durum, akşam saat altı İstanbul’u yani!” şeklinde açıklıyordu.

Yavaş yavaş giden aracın penceresinden şehrin manzarasını izlemeye başlayınca trafği unuttum. Gelmeden Doğu esintili bir ülkeyi işaret edecek her şeye hazırdım. Fakat düşündüğüm şeyleri karşımda göremediğimi farkettim. Avrupai yapılar bir bir önümden geçiyordu, karşımda olabildiğince basit oldukça zarif ve özgün büyük bir mimari çeşitlilik vardı.

Bu noktada özellikle yollarla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. İstanbul'un yolları gerçekten mükemmel. İki saatten fazla süren yolculuğum sırasında tek bir çukur ya da herhangi rahatsız edici bir duruma rastlamadım. Aynı yol kalitesini Belarus için de umuyorum! Yolda yabancı olduğumu anlayan taksici pencerenin arkasında gördüğüm her şeye sıcak ve samimi bir şekilde yorum yapıyordu. İlk önce böyle bir şoföre denk düştüğümüz için çok şanslı olduğumuzu düşündüm. Daha sonra taksiciliğin Türkiye’de prestijli bir iş olduğunu ve taksicilik için gerekli olan ruhsatı almanın kolay olmadığını öğrendim. Daha sonraki günlerde başka taksilerdeki şoförlerin de müşterilerini olabildiğince memnun etmeye çalıştığını gözlemledim. Türkler çarpıcı bir şekilde çok çalışkan ve işlerini çok önemsiyorlar.

Nihayet taksiden inip otelimizin bulunduğu Beşiktaş’a geldik. Belarusluların çoğu "Beşiktaş" sözcüğünü yalnızca ünlü futbol kulübünün adı ile ilişkilendirir. Ama bunun dışında Beşiktaş, İstanbul'un en eski ve en saygın bölgelerinden biri ve hemen Boğaz’ın kıyısında yer alıyor. Biz de Beşiktaş’ın tam kalbinde bulunan rahat bir otele yerleştik. Elbette Murat'ın akşam İstanbul’u dolaşma önerisini hemen kabul ettim.

Dışarı çıktığımızda çoktan hava kararmıştı. Lambaların ve parlak vitrinlerin yumuşak sarı ışıkları sokakları aydınlatıyordu. Her binada neşeli ziyaretçilerle dolu kafeler ve restoranlar vardı. Kahve kokusu ile karışan çekici yemek kokuları iştahımı kabartıyordu. Murat, "Akşam yemeğimizi en sevdiğim restoranda yiyeceğiz" dedi. "Adı Adana, doğduğum şehrin şerefine.." diye ekledi. Restorandan içeri girdiğimizde saat gece yarısına yaklaşıyordu fakat mekan ağzına kadar doluydu. Burada Türklerin sipariş veya garson beklemenin nasıl bir ızdırap olduğunu hiç yaşamadıklarını farkettim. Şöyle ki Murat menüye bakmadan, gülümseyen bir garsonla yaklaşık otuz saniye konuştu ve bana dönerek "Şimdi gerçek bir akşam yemeği ne demek göreceksin!" dedi. İnanın, hiç abartmıyorum, üç dakika geçmeden soframız çeşitli atıştırmalıklar ve salatalarla dolup taştı. Bir Türk restoranında kurulan sofrada boş alan bulunmuyor. Akşam yemeğinin doruk noktası ise büyük ve çok lezzetli bir et yemeğiydi. Yemeğin olağanüstü kalitesi ve porsiyonların büyüklüğü ise ayrı bir yazı konusu olabilir. Kendime ve duygularıma hakim olmaya çalışarak akşam yemeğimizi kısaca iki kelimeyle nitelendireceğim: Çok lezzetliydi!

Yemekten sonra Boğaz’ın kıyısında yürüyüşe çıktık. Saat gece yarısını geçmişti, ancak sokaklar dolu ve işlekti. Yorulmak nedir bilmeyen İstanbul esnafı, dükkanlarını kapatmayı ve tezgahlarını toplamayı düşünmüyordu bile. Acaba, bu şehrin sakinleri hiç uyuyor mu? Turlarken karşıma harika bir manzara çıktı: Üzerinde hareket eden arabaların ışıklarıyla Boğaz Köprüsü ve üstünde sayısız parlayan yıldız, yanımızda ise zarif bir şekilde aydınlatılmış Ortaköy Camii… Karşı tarafta ise ışıklar içinde Asya Kıtası… Tıpkı ateşler içinde bir serap gibi…

Sabahleyin Murat bana dönerek, "Alla, 1600 kilometre kareye yayılmış 15 milyon nüfusa sahip şehrin tümünü gezebilirsin, ancak İstiklal Caddesi’nde yürümezsen İstanbul'u görmüş sayılamazsın." dedi. Karar çoktan verilmişti! İstiklal’e gidiyoruz!

1.5 kilometrelik taşıtlara kapalı İstiklal Caddesi’ni sabahları veya tercihen hafta içi dolaşmak daha iyi olurmuş. Aksi halde, Murat’ın dediğine göre, kendimize sahip olamayacakmışız, insan kalabalığı kendi ritminde ve temposunda bizi Galata Kulesi’ne doğru götürecekmiş. İstanbul'da istem dışı her şeyde Doğu ve Doğu esintileri arıyordum, ancak İstiklal Caddesi’nde de bunu hemen hemen göremedim. Klasik ve neoklasikten neogotik ve moderne kadar farklı Avrupa stillerinde inşa edilmiş lüks ve bakımlı binaların giriş katları yüzlerce kafe, restoran, mağaza ve gece kulübüne ev sahipliği yapıyordu. Sabah olmasına rağmen, cadde yüzlerce parlak, çok dilli ve farklı insanla doluydu. Zarif giyimli kadınlar, hipster görünümlü gençler bir yere aceleyle yetişmeye çalışıyordu ve her turistik şehrin olmazsa olmazı Japonlar kameralarıyla her yerdeydi. Zarif takım elbiseli erkekler, bir Roma ya da Milano vatandaşı ile kolayca rekabet edebilirdi. Akşama daha çok vardı ama buna rağmen binalardan canlı müzik duyuluyordu, her yerde küçük orkestralar cazdan halk motiflerine kadar çeşitli türde şarkılar çalıyordu. Bazen dinine bağlı çarşaf giymiş kadınlara da rastladık ama sayıları herhangi modern bir Avrupa şehrindekinden daha fazla değildi. İstanbul bende çok kozmopolit ve hoşgörülü bir şehir izlenimi bıraktı. Türkler, iyi niyetli ve işinde gücünde insanlardan gayet memnunlar. Gözlemlerime kanıt olarak, İstiklal'in bitişik sokaklarındaki Yunan Ortodoks Kilisesi, Katolik Katedrali ve sinagogun civardaki camilerle yıllarca yan yana barış içinde bulunmasını örnek olarak gösterebilirim.

Yeterince gezdikten sonra Murat’ın "Alla, İstanbul’u ya yürüyerek ya da taksi kullanarak geziyoruz. Metroya binmeye ne dersin?" diye teklif ederek "Metro, İstanbul sakinleri için bir gurur nedenidir. Bizim metromuz çok genç sadece 17 yaşında ama artık onlarca faal durağı var." demesiyle kendimizi metroda bulduk. İçerisi sanki ziyaretimizden hemen önce temizlenmiş gibi görünüyordu. Metro yolcuları güler yüzlü ve dikkatliydiler. Böyle güzel insanların eşliğinde metrodan çıkasım gelmedi. Tüm istasyonlar aydınlık, bir tasarım harikası ve ince bir zevkin ürünü...

Akşam yemeği seçimini de sevgilime bıraktım. Murat, "Bugün Boğaz kıyısındaki bir balık restoranında akşam yemeği yiyeceğiz. Dünyada yiyeceklerin tadını çıkarabileceğin ve aynı zamanda pencereden harika bir manzaranın keyfini yaşayabileceğin çok yer olduğunu zannetmiyorum" dedi.

Onun seçimiyle gittiğimiz Aquarius Balık Restoran denizin hemen yanıbaşında konumlanıyor. Önünde de dar bir rıhtımda demirlemiş bir sürü balıkçı teknesi sallanıyor. İkinci kata çıktık ve pencereye yakın bir masaya oturduk. Bulutlarla kaplanmış karanlık gökyüzünün gölgesinde, yağmurun içinden geçen gemiler Boğaz’da yavaşça ilerliyordu. Hiç bu kadar büyüğünü görmediğim martılar, ufak dalgaların üstünde uçuşuyordu. Güler yüzlü garson hemen yanımıza gelerek bize menüyü sundu, ama Murat yine menüye bakmadı bile. Birkaç dakika geçti ve başka bir garson yetenekli bir hokkabaz gibi, tek eliyle büyük bir tepsi getirdi. Tepside koyu gümüş renginde on kadar yeni yakalanmış balık diziliydi. Ortadaki pisi balığı parlak pembe renkteydi. Bir kelime bile etmeden ve aramızda konuşmadan ikimiz de onu işaret ettik. Önceden, böylesine dev bir balığın bu kadar hızlı kesilip pişirilebileceğini hayal bile edemezdim ama burası İstanbul ve burada her şey mümkün!

İstanbul'u ziyaret etmeyi düşünürseniz, tarihine en az bir gün ayırmanız gerekir. Türkler bir zamanlar Bizans'ın başkenti Konstantinopolis'in hatırasını 564 yıldır özenle muhafaza ediyorlar. Bir zamanlar Ortodoks bir katedral olan daha sonra camiye dönüştürülen ve bugünlerde müze olarak faaliyet gösteren Ayasofya Camii de en önemli tarihi yapıların başında geliyor. Caminin eklektik yapısı günümüze kadar itinayla korunmuş.

Bizans döneminde inşa edilmiş Yerebatan Sarnıcı ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı da asla hafızamdan silinmeyecek yapıların arasında geliyor. Özellikle Ayasofya’nın batısındaki küçük bir binadan girilen Yerebatan Sarnıcı’na 52 basamaklı taş bir merdivenle iniliyor ve sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun var. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getiriyor. Bu tarihi yapı her zaman serin ve havasında çözülememiş bir gizem saklı…

Elbette Murat beni, görkemli Sultanahmet Camii'ne de götürdü. Caminin zeminini kırmızı uçsuz bucaksız bir halı kaplıyordu. Bu kutsal yere uygun biçimde giydiğim kıyafetlerle caminin muhteşem tavan kemerlerini ve vitray pencerelerini hayranlıkla uzun uzun inceledim.

Genç bir kadın olarak biraz da İstanbul’daki alışveriş maceralarımdan bahsedelim. Önce adeta şehir içinde bir şehir olan egzotik ve çekici Kapalıçarşı'yı ziyaret ettik. On yedinci yüzyılda açılmış olan bu pazar, sadece büyüklüğüyle değil ürünlerinin çeşitliliğiyle de insanı şaşırtıyor. İstinye'deki çok katlı modern bir alışveriş merkezi olan İstinye Park da alışveriş için en uygun yerlerin başında geliyor. Burada aklınıza gelebilecek her şeyi bulabilceğinizin garantisini verebilirim. Cinsiyet, yaş ve bütçe ayrımı gözetmeksizin herkesin burdan memnun ayrılacağını düşünüyorum. Belarus’taki alışveriş merkezlerinin bazı çalışanları mesleki becerilerini geliştirmek için bence buraya gelmeli!

İstanbul’a gelmişken tatlılardan bahsetmemek olmaz. Türk tatlılarına ayrı bir başlık açmak gerekiyor. İstanbul'daki pastaneleri terk edebilmek için çelik gibi bir iradenizin olması lazım. Şekerler, şekerli meyveler, fıstıklar, baklavalar, kekler ve pastalar… Satın almadan önce hepsinin tadına bakmanızda fayda var. Üstelik tat alma duyunuzun yerine gelmesi için satıcılar çay, kahve veya limonata ikram ediyorlar. Şahsen ben, yüz yıldan daha eski olduğunu öğrendiğim "Venus" markasının ürünlerini çok beğendim. Şimdi Minsk'e getirdiğim tatlı stoğum akrabalarım ve arkadaşlarım sayesinde yavaş yavaş eriyor, bana da bu durumu ister istemez yaşlı gözlerle izlemek kalıyor.

Dönüş yolumuzda ince bir hüzün vardı. Havaalanına giderken taksinin radyosunda Deniz Toprak çalıyordu. İstanbul’un birkaç gün içinde beni nasıl cezbettiğini ve kendisine aşık bıraktığını düşündüm. Bir gün buraya tekrar geleceğimi düşünerek mutlu olmaya çalıştım! Artık Murat'ı anlamam daha kolay oldu, İstanbul sayesinde birbirimize olan duygularımızı yeniledik ve derinleştirdik. Murat’ın bana hediye ettiği İstanbul, hayatımın en güzel armağanı oldu… Şimdi Minsk'te koşuşturmadan ve telaştan uzaklaşmak istediğimde, aklımda bu harika anıları canlandırıyorum...